İslam dini Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme mutabaat üzerine kurulmuştur. Onun mutabaatı üzerine kurulduğu için her müminin görevi Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselamın bütün mütabaatını yapmaktır. Yemesini, içmesini, bütün davranışlarını onun sünnet-i seniyyesine göre yapmak lazımdır. Allah-u Zülcelâl'in muhabbeti ona bağlıdır.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam zamanında bir kavim dediler:
“Biz Allah'ı seviyoruz.”
Onun üzerine Allah azze ve celle ayeti kerime nazil etti:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Al-i İmran; 31)
Yani diyor ki, “Eğer Allah'ı seviyorsanız, sevmek istiyorsanız Resulüne tabi olun, o zaman Allah size merhamet edecektir.”
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre Allah-u Zülcelâl diyor: “Benim Resulüme mutabaat edin, Ben de sizi seveceğim.”
Ama sevmek de öyle basit bir şey değil, Sen Allah'ı sevdin mi Allah da seni sevecek. Allah sevdiği zaman, sevdiği kuluna daima iyilik yapar, ona azab etmez, eziyet vermez.
“Bir kimse, başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek (ve sınamak) için onun yolu üzerinde (insan sûretinde) bir melek vazifelendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek:
– Nereye gidiyorsun? dedi. O zât:
– Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum, cevabını verdi. Melek tekrar sordu:
– Bir ihtiyacın bir derdin mi var, o kişi sana yardımcı olsun veya elde etmek istediğin bir menfaatin mi var? Adam:
– Hayır, hayır, ben onu sırf Allah rızası için severim, onun için ziyaretine gidiyorum, dedi. Bunun üzerine melek:
– Allah senin kalbinin niyetini bildiği için beni gönderdi git dedi ona söyle o nasıl benim için o kişiyi dost yaptı Ben de onu dost olarak kendime kabul ettim. Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öyle seviyor. Ben, bu muştuyu vermek için Allah Teâlâ’nın gönderdiği elçiyim, dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)
Bir hadis-i şerifte de:
“Yedi sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ, onları hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde, kendi (Arş’ının) gölgesinde gölgelendirir... (Bu sınıflardan biri de) birbirlerini Allah için seven, bir araya gelişleri ve ayrılışları bu muhabbetle gerçekleşen iki kişidir...” buyrulur. (Buhârî, Ezân, 36)
Ne kolay bir amel ne büyük bir mükafat!
Sadece Allah için o kişiyi sevdiği için Allah ona bu kadar mükafat veriyor. Çünkü büyük bir mükafattır, Allah'ın dostluğunu kazandı. Allah'ın dostu oldu. Dost dostuna zarar vermez hiçbir zaman. Ben de sizin bu gelmenize gıpta ediyorum. Allah-u Zülcelâl beni de mahrum etmesin bu gelmenizin sevabından. Bu hadis-i şerifi daha ben Menzil’de iken duymuştum. Böyle sizin gibi Seyda’nın ziyaretine geliyorlardı. Ben o zaman diyordum:
“Keşke ben de onları yerinde olsam. Uzak bir yerden Seyda'nın ziyaretine gelseydim, böyle sevap kazanıyorlar.”
Evet bunun üzerine Allah-u Zülcelâl’e hamd ve şükür etmemiz lazımdır, Allah bize nasip ediyor. Çünkü ibadetimizi, kendimizi her şeyi Allah yaratmıştır. Eğer bana güç kuvvet vermezse ben kolumu kaldıramam, indiremem. Hep bütün kendimizi ve bütün amellerimizi hep Allah-u Zülcelâl yaratıyor. Öyle olduğu için bu gelmenizi de Allah azze ve celle yaratmıştır, size nasip etmiştir. Bunun için Allah-u Teâlâ'ya hamd-u sena ve şükür etmemiz lazımdır. Bütün mümin arkadaşlara da anlatın Allah onlara da nasip etsin.
Dünya Fanidir
Bu dünya, böyle az bir zamandır, gözümü kapatıp açtım, işte bu kadardır. Ne kadar ömür yaşarsan yaşa bir gün gözünü kapatacaksın, bu dünya manzarasını bir daha göremeyeceksin. Bu kadar. İstersen bin sene ömür yaşa.
Nuh aleyhisselam zamanındaki insanlar bin sene yaşıyorlardı. Kendisi dokuz yüz elli sene yaşamış. Ona demişler: “Ya Resulallah. Sen dünyayı nasıl gördün? Dünyada çok kaldın.”
Şöyle cevap vermiş:
“Bir evin iki kapısı olduğu zaman, bir kapıdan girip öbüründen çıkmak gibi gördüm.”
Bu kadardır, çünkü geçici olan hemen bitiyor. Ama ahiret bitmez devamlı bir hayattır. Ona dünyadan fazla değer vermemiz lazım. İşte Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam'ın mutabaatı Allah'ın sevgisi vardır onda. Elimizden geldiği kadar onun mutabaatını yapalım. Allah-u Zülcelâl günahlarımızı affedecek. Çünkü o Ğafur’dur, Rahim’dir.
Allah-u Zülcelâl daima kulunun tevbe etmesini istiyor. Ayet-i kerimede buyuruyor ki:
“Allah, sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi istiyorlar.” (Nisa, 27)
Allah azze ve celle sizin tevbe etmenizi istiyor, biz tevbe edersek Allah tevbeyi kabul edecek ve hakiki tevbe nasip edecek. O da Allah'ın muhabbetine sebeptir. Çünkü Allah-u Zülcelâl tevbe edenleri sever. Bunu Allah diyor azze ve celle. Bir kul gibi değil, bir Peygamber gibi değil, Allah azze ve celle, O diyor.
Ayet-i kerime de:
“Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”(Bakara, 222)
Ne yazıktır, kolay bir şeyi, kȃrı çok olan bir şeyi yapmamak… Onun için her zaman diyorum, mümin kardeşlerinize anlatın bu tevbeyi.
Kolay bir şey; hata yapıyorsun, özür dileyeceksin.
“Ya Rabbi özür dilerim, hata yaptım.”
Bu kadardır. Bu fırsatı kaçırmak yazıktır. Kendi nefsimize yazık etmiş oluyoruz, haksızlık yapıyoruz kendimize. Onun için anlatın mümin kardeşlerinize. Onların da imanı vardır, ama nefse uyuyoruz,
unutuyoruz. Daima dünyanın manzarasına bakıyoruz, ondan dolayı bu gaflet meydana geliyor. Biz de tevbe ettiğimiz zaman Allah-u Zülcelâl de bize hakiki tevbeyi nasip edecek ve tevbemizi kabul edecek. Tevbe muhabbetinize sebep olacak.
Fırsat eldeyken tevbe etmek lazım çünkü bu fırsat da elden kaçabilir. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam buyuruyor, hadis-i şerifinde:
“Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz." (Buharî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, Ebu Davud, Melahim 12.)
Kıyamet kopmadan biraz önce, kâinatta hüküm süren düzenin bozulmaya başladığının bir işareti olarak vuku bulacak bazı alametler vardır. Bunların sonunda güneşin batıdan doğması gelir. Peygamber aleyhisselatu vesselam, “iman etmenin kimseye fayda vermediği gün”e dikkat çekilen âyette güneşin batıdan doğmasının kastedildiğini açıklamıştır (İbn Kesîr, I, 164-170).
O ayet-i kerime şöyledir:
"Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı işaretlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin işaretlerinden bazılarının geleceği gün, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: 'Bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz.' " (Enam, 6/158)
Güneşin battığı taraftan Allah-u Zülcelâl bir kapı açmıştır. Tevbe kapısının genişliği bir rivayete göre kırk sene veya bir başka rivayete göre yetmiş senedir. O kadar geniştir. Allah-u Zülcelâl kullarının tevbesini kabul etmek istediği için o kapıyı açmıştır. Ta güneş batıdan doğuncaya kadar o kapı açık kalacaktır müminler için.
İşte; “Ben tevbe edeceğim, nefsin oynamasıyla, şeytanın aldatmasıyla hata işledim,” demek kafidir. Bu fırsatı kaçırmayalım.
Tevbe fırsatını kaçırmamak için bir de şu vardır; Kur'an-ı Kerim'de geçiyor:
“Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları (günahlar) kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin, 14)
Onların kalpleri günah işlemekten dolayı paslandı, sanki mühürlendi günahlardan yapmasıyla. Yani o kadar günahlar üzerini kapladı ki, çünkü her bir günah kalbin üzerinde bir leke yapıyor. Kalp bembeyaz olduğu için günah işledikçe siyah siyah noktalar beliriyor. Ondan sonra tevbe etmediğin zaman o siyah noktalar kalbi kaplayıp karartıyor. İşte o “Rane” kelimesi bunu anlatıyor. “Kella”yani asla, daha olmaz, yani onların kalpleri mühürlendi, bitti. İşte o zamana gelmeyince kadar tevbe kapısından istifade edelim.
Onun için anlatalım mümin kardeşlerimize, günah yapmayın. Kalp o dereceye geldiği zaman tevbe kapısı onun üzerine sanki kapanmış olur. Daha güneş batıdan doğmadan önce onun kendi önüne kapanmış olur.
Kafirlerin kalpleri böyle olduğu için iman etmiyorlar. Fasıkların kalpleri de günah işleye işleye kararıyor. Onun için tevbe etmiyorlar.
Öyleyse elimizden geldiği kadar mümin kardeşlerimize anlatalım, onların kalpleri bu hale gelmeden önce tevbeden istifade edelim.
Her mümin aklıyla ve imanıyla düşünmesi lazımdır ki; bu günahlar insanı cehenneme sevk eder. Bu günahları yapması onu azaba müstahak ediyor. İbadetler ile de Allah-u Zülcelâl kendi rızasını ve ibadetin sevabını ona nasip ediyor. Çünkü Peygamber aleyhisselam buyuruyor hadis-i şerifinde:
“Cennet size, ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” (Buhârî, Rikak 29)
Yani ibadet yaptığımız zaman o ibadetle cennet bize böyle yakın oluyor. Günah işlediğimiz zaman da cehennem bize böyle yakın oluyor. Onun için hiç durmadan bir hata yaptığımız zaman hemen tevbe kapısını açalım, hemen tevbe istiğfar yapalım. Allah-u Zülcelâl o günahımızı silip onun yerine sevap yazacak, İnşallah.
Allah azze ve celle çok ikram yapmış bize, biz o ikrama kendimizi müstahak etmezsek kendimize yazık etmiş oluruz. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Kim salih bir amel işlerse, kendi lehine (menfaatine) işlemiş olur. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhine (zararına) yapmış olur. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Casiye, 15)
Yani herkes kendi nefsi için yapıyor, Allah'a ne zarar verebiliyoruz ne menfaat verebiliriz. Bizim ibadetlerimiz de, günahlarımız da bize dönüyor, bunu bilmemiz lazım.
Her mümin, her insan daima kendine iyilik gelmesini istiyor, dünyada rahat yaşamak istiyor, zengin olmak istiyor. Ahiret için de öyle olmamız lazım. Dünya geçicidir çünkü. Bütün dünya senin olsun, burada kalacak. Sen bir kefenle gideceksin, istersen zengin ol, istersen fakir. Bu dünya böyle olduğu için ahiretin bir senesi bütün dünyaya bedeldir.
İyilik Yapanların Mükafatı
Daima elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl'in razı olacağı şeyleri, iyilikleri yapalım, mümin olarak. Nasıl Peygamber Efendimiz aleyhisselam dünyada iken daima iyilik yapmış. Kâfirlere de dahi iyilik yapmış ve yapmak istiyor. Bu şekilde olduğu için elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl için iyilik yapalım.
Allah azze ve celle buyuruyor ayet-i kerimede:
“Allah da kendilerine hem dünya sevabını verdi hem de ahiretin güzel sevabını, öyle ya Allah güzel iş yapan muhsinleri sever.” (Al-i İmran; 148)
Allah-u Zülcelâl muhsinleri sever, iyilik yapanları, amellerini güzel yapanları sever buyuruyor, Allah-u Zülcelâl.
Allah'ın sevdiği şeyleri yaparsak Allah da bizi sevecektir, inşallah. İyilik yapmak, Allah için Allah'ın emir ve nehiylerinin yerine getirmektir. İnsanlara ve hayvanlara iyilik yapmak da onlarla güzel muamele etmek, iyi davranmaktır. Bunun sevabı çok büyük, çünkü güzel ahlak sahibi sanki devamlı oruçludur, sanki bütün geceyi de ibadetle geçirmiş gibidir.
Ne güzel hem mümin kardeşini rahatlatıyorsun hem kendin rahatlıyorsun. Çünkü güzel ahlaklı davrandığın zaman hem sen ferahlı oluyorsun hem o ferahlı oluyor, ikiniz de rahatlamış oluyorsunuz. Ondan sonra da sanki bütün geceyi ibadetle geçirdin sanki bütün günü oruçlu geçirdin, böyle sevap alıyorsun. Yani insan ayetlere, hadislere baktığı zaman böyle Allah dini kolaylaştırmış. Ve güzel şeyler var, çok büyük mükafatlar var ama onlardan gafil kalıyoruz. Hep dünya manzarasıyla bizi ahiretten geri bırakmış oluyor.
Hasen bin Ali rahmetullahi aleyh Fatıma annemizin soyundan gelen bir şahıs idi. Bir gün hizmetçisi elinde yemek kabıyla yanından geçerken kaptaki sıcak çorbayı Hasen bin Ali hazretlerinin üzerine döktü.
Bu hizmetçi baktı ki çok hata yaptı, çok eziyet verdi, düşündü çareyi ayet okumakta gördü. Hizmetçinin okuduğu ayet, Âl-i İmran Sûresi 134. Âyetiydi:
“(O takva sahipleri ki) öfkelerini yutarlar.”
Hasen bin Ali hizmetçiden bu ayeti duyar duymaz hemen:
“Ben de öfkemi yuttum” dedi. Hizmetçi âyetin devamını okudu:
“Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir.” Hasen bin Ali rahmetullahi aleyh:
“Ben de seni affettim” dedi. Hizmetçi ayeti sonuna kadar okudu:
“Allah iyilik yapanları sever.”
Bunun üzerine: “Ben de sana iyilik yapıyor ve seni âzâd ediyorum. Artık hür ve serbestsin” diye karşılık verdi. Böylece bütün ayet-i kerimenin hükmünü yerine getirdi. Hizmetçi akıllıydı, ayeti biliyordu ve Hasen bin Ali’nin Allah’a olan itaatini de biliyordu.
Ne kadar Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerini yerine getirirsek Allah'ın emrettiği gibi yaparsak Allah-u Zülcelâl de bütün dünyayı bütün ahireti istediğimiz her şeyi verecek.
Zikir En büyük İbadettir
O zaman bütün kâinat Allah'ın emrinde olduğu için Allah’tan gafil kalmayalım.
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Allah'ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür…” (Ankebut; 45)
Allah-u Zülcelâl’i zikretmek kadar bizi ahiret azabından kurtaracak bir şey yoktur. Allah'ı hatırlamak, Allah'tan korkmak, Allah'ı sevmek, daima Allah-u Zülcelâl'in emir ve nehiylerini elimizden geldiği kadar yerine getirmek, salih amelleri yaparken “Ya Rabbi bunu senin için yapıyorum,” günahlar önümüze geldiği zaman, “Bunu senin için yapmıyorum,” dediğimiz zaman Allah'ın azabından kurtulmuş ve mükafatlarına kavuşmuş olacağız, inşallah. Daima bu şekilde yaptığımız zaman, ömrümüzü geçirirsek kıyamet gününde onun kadar Allah'ın azabından muhafaza edecek bir amel yoktur.
Böyle olduğu için elimizden geldiği kadar daima Allah'ı hatırlamak suretiyle amel-i salih yapalım. Bu şekilde size nasip olduğu için mümin kardeşlerimize de nasip olması için döndüğünüz zaman onlara da anlatın. Bir kişi olsa dahi yine bu tevbe ile Allah yanına getirmek suretiyle vaktinizi geçirin. Gaflete dalmayın, ameli salih yapmak için elimizden geldiği kadar uğraşalım.
Allah-u Zülcelâl kendi fazlı keremiyle ihsanı ile bize razı olacağı amel-i salih nasip etsin ve bizi kendi nefsimizden uzak etsin, nefsimize teslim etmesin, inşallah.
Cuma
18.1 °
Cumartesi
14.9 °
Pazar
17.5 °